Ahmet ÇİÇEK
Türkiye Şu An Yedi Düvel ile Harp Ediyor
Terör olayına girmeyeceğim. Bu konu başlığını koyduğum yazının bir tezahürü sadece.
“Bakın bir yoldan geliyoruz. Şimdi bir yola daha gideceğiz. Hiçbirimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da oturanın da garantisi yok. Ruh bir saniyeliktir. Bir bakmışsın ki gitti. Bunun da nasıl geleceği, nerde geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hâkim değilsiniz. Bir saniyesine bile hâkim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, yolumuzu bileceğiz. Allah’ın izniyle hep böyle gittim, bundan sonra da böyle gideceğim.”
Rahmetli Muhsin Başkanın başucumuzda bir baloncuk gibi durması gereken, şahadetinden saatler evvel sarf ettiği bu sözler fazla söze hacet bırakmıyor.
Her birimiz biliyoruz. Biliyoruz ama her nedense fırıldaklıktan vazgeçmiyoruz. Dünyayı, hayatı tek bizim hakkımızmış gibi yaşıyoruz. Ve bunu yaparken eze eze yapıyoruz. İnsanlığımızı, Müslümanlığımızı unutmuşuz belli ki. Ve en acısı, bizim bu hallerimizi iyi tahlil etmiş olan şeytani mihraklar Müslüman’ı Müslüman’a kıydırmayı marifet bilmişler. Müslümanların sefaletinden kendilerine saadet kuleleri inşa ediyorlar.
Yıllar evvel Rize Gündoğdu’da bir Cuma sohbetinde sanırım hocanın ismi Yunus’tu. Hoca vaazını verirken pencereden gördüğü araziyi işaret ederek: “Kim bilir şuradaki arazi için kaç kardeş kardeşini düşman bellemiştir. Nice kalpler tarumar edilmiştir. Birini güldürürken ötekini ağlatmıştır. Şimdi bu arazi masum şekilde yine burada durmaktadır. Fakat o gülenlerden ağlayanlardan hiçbiri ortada yok. Neyin kavgasını veriyoruz. Şu hayatta insan olmak çok mu zor? Birlikte yaşamanın gerektirdiği insanlık nerde, Müslümanlık nerde?” demişti. Hakikaten biz ne yapıyoruz. Daha güzel bir dünya hayali kurarken kendi hayatlarımızı da dünyamızı da mahvetme gayretinde olduğumuzu ne zaman anlayacağız?
Bütün bunları söylerken inancımızın bize verdiği dengeyi de iyi bellemeliyiz. Zulme uğradığımızda, namusumuza, kutsalımıza saldırıldığında sessiz mi kalacağız? Hakkımızı gasp etmeye cüret edenlere teslim mi olacağız? Hayır elbette… İnancımız diyor ki: “Size savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Lakin aşırı gitmeyin.” (Bakara/190) Bu önemli bir düsturdur. Hak ve adaletin duruşudur. Zalimlerin cesaret damarlarına müthiş bir darbedir. Bunun için güçlü olmak, teyakkuzda olmak da bir vazifedir. Fakat bir Müslüman’a yakışan en namüsait halde dahi insanlıktan, medeni olmaktan vazgeçmemektir. Bunun pek çok misali mazimizde mevcuttur.
Evet, bir Müslüman asla zalim olamaz. Terör ile anılamaz. Yeryüzünde fitne çıkartan olamaz. Hak diliyle Hakk’ın razı olmayacağı işlerin tarafı olamaz. Habil’den yanayım deyip Kabil ruhlu vazifelerin mümessili olamaz.
Biliyoruz ki dünya saadet diyarı değildir. Ama insan olan, ben insanım diyen, ben elinden ve dilinden emin olunan bir Müminim diyen dünyayı güzelleştirmekle mükelleftir. Oğlum dört yaşındayken elimdeki çöpü kutuya tutturamadığım halde yürümeme devam ederken bana: “Baba, sen dünyamızı kirlettin.” dediğinde beynimi zonklattı. Bir avuç çöpün dünyayı kirletebileceği düşüncesi çocuk beyninin kıvrımlarında bulunabiliyor da biz koca koca adamlar… Neyse.
Bugün Müslüman coğrafyasına kan rengi ve barut kokusu hâkim olmuşsa bunun vebali büyüktür. Hele Müslüman olmayan güçlerin kumandasıyla bunu yapıyorsak halimiz harap. Her ne surette olursa olsun üzerimize yapışan bu kirli fotoğrafı en yakın çevremizden başlamak suretiyle yeniden resmetmeliyiz. Dünyada iyi ve güzel olan her ne var ise, olabilecekse bunun bayraktarlığını biz yapmalıyız. İnancımız ve medeniyetimiz bunu başarabilecek hazinelerle doludur.
Müslümanları, Müslüman ülkeleri bir çatı altında toplayabilecek, ortak refleks gösterebilecek bir liderlik ve ruh oluşmalı ki artık hiç kimse ve hiçbir güç kan ve barut hesabı yapamasın. Türkiye buna namzettir.
Türkiye’nin Müslüman coğrafyasındaki nüfuzunun mevzu ettiğimiz odakları ürkütüşünden de anlıyoruz ki onlar var güçleri ile ittifak halindeler. Papanın ve Patriğin birlikte verdiği pozu hatırlayın. Belki fark etmediniz, Türkiye şu an yedi düvel ile harp ediyor.
Türkiye’nin gücü, güç kazanması, büyümesi, itibarlı oluşu, kendi ile yetinmeyişi, tarihsel mirasını kucaklayışı, mazlumların bileği-sesi oluşu, efendilere boyun eğmeyişi Haçlı ittifakını yeniden karşımıza çıkardı. Etrafımızı ateş çemberi haline sokarak, kaoslar-kumpaslar düzenleyerek, topraklarımızı ve şehirlerimizi terör meydanı haline getirerek, kara propagandalar yaparak, her nevi cinsten algı yönetimlerini aleyhte kullanarak, kültür ve inanç erozyonu ile aile genetiğimizi bozarak taarruza geçmiş durumdalar.
Çünkü Türkiye’nin bir uyanış sembolü olduğunu biliyor ve sürdüregeldikleri emperyalizmin sarsılacağını, belki de devrileceğini öngörebiliyorlar. Hani hep soruluyor ya; Suriye’de Rusya’nın ne işi var? İşte bu yüzden işi var. Nerde bir savaş varsa bir bakın orda zulme uğrayan Müslüman vardır. Sahnede ya da perde arkasında ise ABD vardır, İngiltere vardır, Fransa vardır, Almanya vardır, Rusya vardır, Çin vardır, hatta ve hatta şeytani kindarlıktan bir türlü arınamayan İran vardır.
Kendi istikballerini Müslümanların sefaletinde gören bu mihraklara daha fazla fırsat vermemek için Müslüman coğrafyasının dirlik ve birlik içerisinde olması şart. Bu yüzden Türkiye’mizi her şeye rağmen güçlü kılmak, daha çok çalışmak, hep zinde kalmak, yokuşlarda susamak zorundayız.
Türkiye’nin istikbali Doğu’nun istikbalidir. Bu yüzden farkındalık… Farkındalık… Farkındalık…
Şimdi titreyip kendimize gelme zamanı…
Ahmet ÇİÇEK
18.02.2016